Devleti devlet yapan, belki de en önemli varlık sebebi vergilendirme gücü ve yetkisi. Devleti herhangi bir kişi, kuruluş ya da organizasyondan ayıran en büyük fark ise vergilendirme gücünün meşru bir temelinin olması. Bu meşruiyet, önce toplumsal sözleşme ile belirlenen vergiyle ilgili anayasal ilkelere, daha sonra da bu ilkelere göre şekillenen vergi kanunlarına dayanıyor. Bu kanunlar, devlet organizasyonuna, cebir kullanma dâhil, yakından bildiğimiz pek çok yetki veriyor. Peki, bu vergilendirme yetkisi mutlak ve sınırsız mıdır? Sınırlanabilir mi? Başka ülkelerle, organlarla ve kurumlarla paylaşılabilir mi? Bu kurum ve kuruluşların vergilendirme yetkimize etkileri nelerdir?
Özellikle çağımızda; küreselleşme ve uluslararası kurum ve kuruluşların devreye girmesiyle birlikte devletler anayasadan kaynaklanan vergilendirme konusundaki egemenliklerini, başka ülkelerle, çeşitli uluslararası kurum ve kuruluşlarla paylaşıyorlar. Ancak, şüphesiz bunun da kaynağı yine bu ülkelerin toplumsal sözleşmeleri, yani anayasaları. Özetle; aslında yine bu yetki ve egemenlik paylaşımına da dolaylı olarak halk karar veriyor. Ülkemiz açısından duruma bakarsak; Anayasanın 90’ıncı maddesindeki; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü buna dayanak teşkil etmekte. Pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun oluşumu, yani temelleri bir uluslararası anlaşmaya dayandığı gibi, ikili anlaşmalarla da vergilendirme konusundaki egemenlik paylaşılmakta. Hatta Anayasanın “Vergi ödevi” ile ilgili 73’üncü maddesi, “Temel Haklar ve Ödevler” başlıklı ikinci kısmının “Siyasi Haklar ve Ödevler” başlıklı dördüncü bölümünde yer aldığından, aynı konuda farklı hükümler bulunması halinde bizim anayasamıza göre uluslararası anlaşma hükümleri uygulanıyor.
Ülke olarak vergilendirme yetkimize etki eden pek çok anlaşma ve kurum olmakla birlikte, en önemli olduğunu değerlendirdiğimiz bazı uluslararası kurumlara, anlaşmalara ve bunun çerçevesine kısaca bir göz atalım.
OECD, 1960 yılında Paris Anlaşması ile kurulmuş bir örgüt. Paris Anlaşması’nın 1’inci maddesine göre, örgütün üç temel amacı var. Bunlardan ilki; üye ülkelerde kendi kendine yeterli en yüksek ekonomik gelişme ve istihdamı sağlamak, bu esnada da ekonomik istikrarı korumak. İkincisi; üye olan ve olmayan ülkelerde ekonomik kalkınmaya katkıda bulunmak. Üçüncü ve sonuncusu ise; küresel ticaretin uluslararası taahhütler çerçevesinde ve ayrımcı olmayan şekilde gelişmesine yardımcı olmak. Bilindiği gibi, OECD tarafından çifte vergilendirmeyi önleme amacıyla bir vergi anlaşması modeli de oluşturulmuş durumda. Ancak OECD anlaşma modeli uluslararası bir anlaşma niteliğinde değil, üye ülkeler tarafından kabul edilmiş bir tavsiye niteliğinde. Ancak, genel olarak ülkeler arasında yapılan vergi anlaşmalarında bu uygulanmakta olup, Türkiye ile diğer ülkeler arasında yapılan “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşmalarında” da genel olarak bu model esas alınıyor. Dolayısıyla hem kurum olarak OECD, hem de tavsiye ettiği Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşma Modeli vergilendirmeye etki eden en önemli unsurların başında geliyor.
Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşmalarında yer alan ve uluslararası vergilendirmede önemli ilkelerden birisi olan “ayrım yapılmaması” ilkesine de ayrı bir parantez açmakta fayda var. Bu ilke “bir devletin vatandaşlarının, diğer devlette, bu diğer devletin vatandaşlarının aynı koşullarda, özellikle mukimlik yönünden, karşı karşıya kaldıkları veya kalabilecekleri vergilemeden ve buna bağlı mükellefiyetlerden değişik veya daha ağır bir vergilemeye ve buna bağlı mükellefiyetlere tabi tutulmayacağı” esasına dayanıyor. Bu esas da vergilendirme yetkisine etki eden esaslardan birisi.
30 Ekim 1947 tarihinde Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) 23 ülke arasında imzalandı. Ülkeler arasındaki gümrük politikalarının uyumlu hale getirilmesini ve üye ülkelere eş ticaret imkânları sağlanmasını amaçlayan GATT, dünya ticaretinin % 80’ninden fazlasını kapsayan bir anlaşmaydı. Serbest ticaretin önündeki engellerin kaldırılması için imzalanan GATT yerini 1995’ten itibaren Dünya Ticaret Örgütüne bıraktı. GATT, aslen dört temel ilke üzerine inşa edilen bir anlaşma ve DTÖ’nün temelleri de bu ilkelere dayanıyor. Bunlar özetle şunlar:
1- Bir üye ülke, herhangi bir ülkeye tanıdığı bir rejimi koşulsuz olarak tüm üye ülkelere uygulamak zorunda.
2- İç pazara ilişkin düzenleme ve uygulamalar yönünden ithal ve yerli mallar arasında ayrım yapılmayacak.
3- Üye ülkeler listede yer alan bağlı oran olarak adlandırılan oranların üzerine çıkamazlar.
4- Tarife dışı engeller bazı istisnalar dışında tamamen yasaklanmakta ve tarifelerin de giderek azaltılması istenmekte.
1944 yılında kurulan Dünya Bankası’nın temel ve kulağa çok hoş gelen amacı; dünya üzerinde açlık ve fakirliğin ortadan kaldırılması. Dünya Bankası’na üye olmanın bir ön şartı var. O da önce Uluslararası Para Fonuna (IMF) üye olmak.
Dünya Bankası, IMF gibi üye ülkeleri periyodik olarak incelemiyor. Çünkü Banka’nın IMF’de olduğu gibi bir genel gözetim görevi bulunmuyor. Ancak Banka’dan kredi kullanan veya Banka destekli bir uyum programı uygulayan üye ülkelerde genel bir inceleme yapılıyor. Söz konusu inceleme; ülkenin makroekonomik yapısını, uygulanan ekonomik politikaları kapsıyor ve rapor haline getirilerek yayınlanıyor.
Dolayısıyla Dünya Bankası ve IMF’nin ülkelerin vergilendirme yetkisi üzerinde dolaylı ama çok önemli etkileri var. Dünya Bankası ve IMF, borç alan ülkeleri uluslararası alacaklıların çıkarına uygun bir şekilde makroekonomilerini yönlendirmeleri için zorlayabiliyor. Bu zorlamanın nedeni şüphesiz alacakların garanti altına alınması. Makroekonomik araçların başında da vergiler geliyor. Söz konusu durumla, özellikle geçmişte Türkiye IMF ilişkilerinin yoğun olduğu dönemde sıklıkla karşılaştık.
Birbiriyle ilişkili olmakla birlikte, Dünya Bankasından ayrı olarak IMF’yi daha detaylı olarak incelemek yararlı olacak. Dünya Bankası ile aynı tarihte kurulan IMF’nin aslında üç temel fonksiyonu var. İlki; ekonomisi istikrarsızlık içinde olan ve dış ödeme açıkları veren ülkelere kısa süreli kredi sağlamak. İkincisi; uluslararası parasal ilişkilerin düzenli ve uyum içinde gelişmesini denetlemek ve gözetlemek. Üçüncüsü ise; üye ülkelerin, uluslararası bankalara veya resmi kurumlara olan ve ödenemeyen borçlarının bulunması durumunda, aracılık yapmak ve yeni ödeme planları hazırlamak.
Genel olarak IMF’nin ülkelere uyguladığı standart reçetenin temel bir formülü var. Bu formül, bütçe açığının kapatılması için kamu harcamalarının kısılması ve vergiler başta olmak üzere kamu gelirlerinin artırılması. Aslında gizli bir formül de değil. Ama nedense IMF gibi bir dış müdahale olmadan ülkeler bu konuda pek istekli olmuyorlar maalesef.
Bilindiği gibi, IMF’nin bir ülkeye yardımcı olabilmesi için, o ülkenin IMF tarafından oluşturulan standart IMF paketini hazırlayacağını “niyet mektubu” aracılığıyla taahhüt etmesi ve politikaları IMF denetiminde uygulaması gerekiyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, IMF programlarının temeli, kamu harcamalarının kısılmasına ve vergiler başta olmak üzere kamu gelirlerinin artırılmasına dayanıyor. Yine, para biriminin devalüasyonu, sıkı para politikası, fiyat kontrolleri ve ticaretin liberalleştirilmesi gibi önlemler de IMF’nin temel reçetesinde olanlar. Dolayısıyla IMF, anlaşma yapıldığı takdirde vergilendirme ile ilgili egemenliğin paylaşıldığı en önemli kuruluşlardan birisi, hatta en önemlisi.
7-9 Ekim 1998 tarihlerinde Kanada’nın Ottowa kentinde elektronik ticaret konusunda, OECD üyesi ülkeler ile bazı gelişmekte olan ülke temsilcilerinin katıldığı, bakanlar düzeyinde önemli bir uluslararası toplantı düzenlendi. Alınan kararlar elektronik ticaretin vergilendirilmesi açısından önemli. İmzalanan “Vergileme Çerçeve Kararları”na göre; geleneksel ticaretin vergilendirilmesinde hükümetlerce esas alınan vergileme ilkeleri elektronik ticaretin vergilendirilmesinde de esas alındı. Ancak bu durum elektronik ticaret ile ilgili yeni vergi mevzuatı getirilmesine de engel değil. Kararlarda, belirlenen bu vergileme ilkelerinin elektronik ticarete uygulanmasında üç hususun dikkate alınması gerektiği belirtiliyor. Bunlar; ülkelerin mali özerkliğinin korunması, elektronik ticaretten elde edilen vergi gelirlerinin ilgili ülkeler arasında adil paylaşımı ve çifte vergilemenin önlenmesi. Yine tüketim vergilerine ilişkin olarak da, bu vergilerin uygulanması açısından; dijital ürünlerin sunumunun mal teslimi gibi değerlendirilmemesi gerektiği kararı alınmış. Ülke dışındaki satıcılardan hizmet ya da gayri maddi hak temin edildiğinde, ülkeler vergilemeyi sorumluluk uygulaması, beyan esası ve benzeri diğer yöntemlere göre yapacaklar. Ayrıca, vergi idarelerine ilişkin olarak da; vergilerin denetimi ve tahsili açısından uyumlu sistemlerin kurulmasının sağlanması konusunda uzlaşılmış. OECD Model Anlaşmasına bu konuda yeni bir hüküm eklenmesi de dâhil olmak üzere vergilerin tahsili konusunda uluslararası bir mekanizma geliştirilmesi de kararlaştırılmış. Özetle, Ottawa’da kabul edilen elektronik ticaretin vergilendirilmesi konusundaki ilkeler de bizim açımızdan bir taahhüt niteliğinde ve vergilendirmeye doğrudan etki etmekte.
NOT: Makalemiz www.vergisorunlari.com.tr adresinde yayınlanmıştır.
05.11.2019
Kaynak: www.MuhasebeTR.com
(Bu makale kaynak göstermeden yayınlanamaz. Kaynak gösterilse dahi, makale aktif link verilerek yayınlanabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayınlayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır.)
>> Duyurulardan haberdar olmak için E-Posta Listemize kayıt olun.
>> Uygulamalı Enflasyon Muhasebesi (171 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> SGK Teşvikleri (150 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Apple Store 'dan hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Google Play 'den hemen indir.