Yeni bir vergi tasarlamak ve bunu uygulamak demokratik toplumlar için zor bir iştir. İyice düşünülüp tartışılması gerekir. Eski dönemlerde ise hükümdarların çok fazla sorgulanamayan mutlak otoritesi bu işi kolaylaştırmıştır. Tarih “bu kimin aklına” gelmiş diyebileceğimiz vergilerle doludur. Her ne kadar bu vergiler çağ dışı görülse de yeni vergiler koyulması akla geldiğinde, bugün hala bu tuhaf vergilerin veya türevlerinin bazı kişiler tarafından önerildiği görülebilir.
Bugünkü ve yakın tarihli bazı vergi uygulamalarına bakıldığında, vergilenen objeler değişmesine rağmen, bunların fikri altyapı bakımından, eski vergilerle benzer ya da aynı olduğu fark edilebilir. Tam aksine vergilenen objeler sabit kalmakla beraber vergileme mantığının değişiklik göstermesi de söz konusudur. Elbette, bu vergilerin toplandıkları dönemin şartları ile değerlendirilmesi gerekir. Bazı vergiler kulağa tuhaf gelse de, eğlencelik blog paylaşımlarında sunulduğunun aksine, vergi tekniği olarak ele alındığında, kendi içerisinde belirli bir mantığa sahip oldukları görülebilecektir.
Bu yazımızda, Hazine’nin gelire ihtiyaç duyduğu ve bu ihtiyacın bir seçenek olarak yeni vergilerle karşılanabileceğini düşündüğümüz bu günlerde, tuhaf olarak addedilen bazı vergilerin fikri altyapısını ortaya koyacak ufak bir liste hazırladık. Basit bir internet aramasıyla bulabileceğiniz bu vergiler hakkındaki “tuhaf olma” algısını bir nebze kırabileceğimizi düşünüyorum. Neden bu vergilere ihtiyaç duyulmuş hep beraber bakalım.
Pişirme yağına vergi koymak nasıl bir fikirdir diye sorsak, çoğumuzun vergi uygulanmasını anlamsız bir uygulama olarak görmesi işten bile değildir. Pişirme yağı milattan önce Mısır’da vergilendirilmiştir. Firavuna adanmışlığın bir göstergesi olarak vergilendirilen buğday gibi tarımsal ürünler, Nil’in taşıma için kullanılması ve dış ticaretin yanında, pişirme yağı da bir başlık olarak o zamanki vergi sisteminde yerini almıştır. Pişirme yağı üzerinden alınan verginin tuhaf vergiler arasında gösterilmesinin en önemli nedeni uygulanma şeklidir.
Belli bir dönem itibariyle Eski Mısır’da halkın pişirme yağını tekrar kullanmasına izin verilmemiştir. Ayrıca yağ yerine geçecek alternatiflerin kullanılması da yasaktır. Hatta dönemin vergi memurlarının ev ev gezip pişirme yağını saklayanları aradığı bilinmektedir. Ortalama bir blogda okuyabileceğiniz bu bilgiler toplanan vergiyi açıklamakta yetersizdir. Öncelikle Eski Mısır’da paranın bulunmadığının ve takas ekonomisinin varlığının bilinmesi gerekir. Ölçülebilir olmaları itibariyle tarım ürünleri temel vergi kaynağı haline gelmiştir.
Esasen vergilerde pişirme yağından ziyade buğday daha çok ön plana çıkmıştır. Bunlara ek olarak hayvanlar ve bira da vergilendirilmiştir. Eski Krallık olarak bilinen dönemde firavunlar vergi alacağı arazileri bizzat gezmiş, vergilendirilebilir malları gözleriyle görmüş ve alınacak vergiyi hesaplatmıştır. Shemsu Hor olarak bilinen bu uygulama, adil bir vergilendirme olarak adlandırılmaktadır.
Tıpkı günümüz ekonomileri gibi Mısır ekonomisi de buhranlar yaşamıştır. Eski Krallık olarak bilinen dönem piramitlerin maliyetine bağlı olarak ilk çöküşün yaşandığı dönemdir. Din adamları ve tapınakların vergiden muaf tutulması, bu grubun zenginleşmesini sağlamış ve firavunların karşına bir güç olarak dikilmelerine neden olmuştur. Buhran dönemlerinde ayrıca firavunlardan ziyade valilerin gücü artmış ve vergi uygulamaları bu kişilerin elinde oldukça sert bir hal almıştır. Yani vergiler firavun tarafından değil de bu kişiler tarafından toplanmıştır.
Eski krallığın çöküşü ve yeni krallığın başlangıcı, vergi memurlarının ilk gönderildiği zamanlardır. Yeni krallık döneminde firavunlar tekrar merkezi otoriteyi sağlasa da üçüncü ara ve son dönem olarak adlandırılan dönemlerde yerel yöneticiler tekrar gücü ele geçirmiştir. En ağır vergi uygulamalarının yaşandığı dönem yine bu dönemdir. Vergilerini ödeyemeyen insanlar kendi varlıklarını vergi olarak vermek zorunda kalmışlardır. Pişirme yağına ilişkin vergilendirmeyi tuhaf yapan uygulamanın, bu dönemlere ait olması kuvvetle muhtemeldir. Merkezi otoritenin zayıflamasının halka ne kadar pahalıya patladığını göstermesi açısından önemlidir.
Vergilendirme mantığı değişse de pişirme yağı halen vergilendirilmektedir. Örneğin ülkemizde Bitkisel Yağların piyasaya arz edilmesinde Geri Kazanım Katılım Payı ödenmektedir. Ödemeden bu ürünleri yurt içinde piyasaya arz edenler veya ithal edenler sorumludur. Bu yağların içme suyuna karışması, lavabolara veya toprağa dökülmesi istenilen bir şey değildir. Çevreye zarar vermekle beraber ekonomik bir kayıp niteliğindedir. Çünkü pişirme yağı geri dönüşümle biyodizel olarak değerlendirilebilmektedir.
GEKAP ile çevreye verilebilecek zarar ve geri dönüşüm maliyetinin peşinen tahsil edildiği söylenebilir. Ancak Geri kazanım Tesislerinin ve belediyelerin bu konudaki sorumluluklarının tekrar gündeme getirilmesi gereklidir. Kullanılmış kızartma yağlarının evlerden toplanmasına ilişkin bir sistem halen birçok belediye tarafından kurulmamış ve bu konuda bir ilerleme kaydedilememiştir. Atık yağ için Eski Mısırda ev ev gezen memurlar aranır hale gelmiştir.
Osmanlının bekârlık vergisini duymuşsunuzdur. Vergilere olan ihtiyaç dolayısıyla yeniden gündeme gelmişti. Resmi bir açıklama yapılmasa da bir süre tartışıldı. Bu vergi gerçekten de Osmanlı’da uygulandı. Ancak Osmanlı’da hem evli erkeklerden hem de bekâr erkeklerden aynı kapsamda vergi alınmıştır. Mücerred(yalnız, tek) vergisi olarak da bilinen bu vergi Osmanlı’da, gelir sahibi, bekâr erkeklerden (6 akçe) alınmıştır. Bekâr erkeğin evlenmesi durumunda bennak vergisine dönüşmekteydi. Kamuoyuna yansıdığı şekliyle evliliği teşvik eden bir yönü olduğu tartışmalıdır. Hatta bennak vergisinin (12 akçe) mücerred vergisinden daha fazla olduğu bilinmektedir.
Tartışıldığı şekliyle bekarlık vergisinin uygulaması ise çok daha eskiye dayanmaktadır. Milattan sonra 9. yüzyılda Roma İmparatoru Birinci Agustus üremeyi teşvik etmek ve gayri ahlaki davranışları engellemek için bekârlardan ve çocuksuz ailelerden böyle bir verginin alınmasını emretmiştir. Söz konusu vergi politikası değerlendirilirken, dönemin süpergücü haline gelen Roma’nın lejyonlara ihtiyaç duyduğunun unutulmaması gerekir.
Yakın tarihte bu verginin aynı maksatlı önemli bir uygulaması 1927 – 1943 yılları arasında İtalya’da Mussolini tarafından hayata geçirilmiştir. Genişlemeci fikirlere sahip Mussolini, İtalyan halkını İngilizler, Fransızlar, Almanlar ve Slavlar ile kıyaslayarak daha fazla nüfusa ve insan gücüne sahip olmak istemiştir. Yine 1941 yılından 1990’a kadar çocuksuz erkeklere ve çocuksuz evli kadınlara Sovyet Rusya vergi koymuştur. İkinci dünya savaşına bağlı olarak azalan nüfusun arttırılması ve Sovyet Rusya’nın yayılmacı politikalarının bu verginin uygulanmasında payı vardır. Nüfus politikasına bağlı olarak uygulansa da, günümüz şartlarında çok da savunulabilecek vergiler olmadığı açık bir şekilde görülmektedir.
Ufak bir araştırmayla İngilizlerin tarihteki en tuhaf vergileri topladığı görülebilir. Örneğin şömine vergisi adında bir vergi 17 yüzyılda uygulanmıştır. Benzer şekilde pencere vergisi adında bir vergi 1696 yılında yürürlüğe girmiş ve kaldırıldığı 1851 yılına kadar halktan toplanmaya devam etmiştir. Pencere sayısı arttıkça ödenmesi gereken vergi de artmıştır.
Şapka, mum, parfüm ve duvar kağıdı İngilizler tarafından vergilendirilen objeler arasında yer almaktadır. Yine birçok blogda yer alan bu bilgiler verginin fikri alt yapısını açıklamaktan uzaktır. Tarihi arka planına bakıldığında 1842 yılına kadar İngiltere’de gelir vergisinin uygulanmadığı ve ilk başta kulağa saçma gelse de servetin bir göstergesi olarak bu vergilerin toplandığı anlaşılacaktır.
İngiltere’nin servetin peşindeki mücadelesi bununla bitmemektedir. 1784 yılından 1811 yılına kadar İngiltere’de erkek şapkaları da vergilendirilmiştir. Şaşırtmayacak şekilde şapka vergisi de yine servetle alakalı bir vergidir. Zenginlerin çok sayıda büyük ve gösterişli şapkalara sahip olduğu tahmin edilmektedir.
1711 yılından 1815 yıllarına kadar ki dönemde oyun kâğıtları ve zarlara İngiltere’de ağır bir vergi getirilmiştir. Aslında verginin 1500’lü yıllardan itibaren uygulandığı tahmin edilmekle beraber 1711 yılından itibaren verginin fevkalade arttırıldığı bilinmektedir. Vergili fiyat normal bir deste kâğıdın fiyatının 12 katı kadardır. Elbette bu kart ve zarların üretimi tekel mahiyetinde bazı işletmelere verilmiş ve üretici bu verginin ödenmesinden sorumlu tutulmuştur.
Konulan fazla verginin fiyatı arttırması, 1 koyup 12 alınacak bir sektörü de sahteciler için hayata geçirmiştir. Sahteciliğin önlenmesi için üretici firmalar kart desteleri içinde yer alan maça asa kendi mühürlerini basmıştır. Bir kontrol durumunda bu mührün bulunmaması veya sahte olduğunun tespit edilmesi durumunda verilen ceza idamdır. Bu yüzden halen daha ortası damgalı maça as ölümle ilişkilendirilmektedir. Bu vergi 1960 yılında uygulamadan kaldırılmıştır.
Düz okumayla yine anlamlandırması zor bir vergi uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. En önemli yanlışlık İngilizlerin kumarı ve kumar kazançlarını vergilendirdiğinin anlaşılmasıdır. Kartlara verginin uygulandığı yıllar dâhil çok uzun yıllardır(bahis kazançlarına uygulanan vergi de 2001 yılında kaldırılmıştır) oyuncuların kumardan elde ettiği kazançlar İngiltere’de vergilendirilmemektedir. Oynatıcılar için ise %15 gibi bir vergi yükü bulunmaktadır.
Kartların veya zarların vergilendirilmesinin mantığının damga vergisinin uygulanmasındaki mantıktan farklı olduğunu söylemek zordur. Önemli bir fark Majestelerinin bir lütfu olarak kart basma yetkisinin size verilmesi ve devlet eliyle yaratılan bir tekelleştirmenin uygulama ayağını oluşturmasıdır. Ayrıca kartlar çok fazla ülkede vergilendirilmiştir ve vergi tekniği hemen hemen aynı kalmıştır. Oyun kağıtlarının vergilendirilmesi en garip vergiler listelerini süslese bile ülkemiz de bu trendin dışında kalamamıştır. Ülkemizde birçok insan oyun kağıdı ve Kızılay arasındaki ilişkiyi bilmemektedir.
21 Haziran 1927 tarihinde kabul edilen 1118 sayılı Oyun Kâğıdı İnhısarı Kanunu uyarınca Oyun kâğıtlarının yurtdışından getirilişi ve satışından elde edilecek kârın cemiyete bırakılmasına hükmedilmiştir. Bu Kanunla beraber Kızılay Cemiyeti, oyun kâğıtlarının yurtdışından getirtilmesi, ülkeye sokulması, gümrükten geçirilip İstanbul’da toptan veya perakende satışı, merkez ve şubelere veya genel merkezce belirlenen yerlere gönderilmesinde münhasıran yetkili kılınmıştır.
Oyun kâğıtları ile ilgili kanun 1944 yılında 4584 sayılı kanun ile değiştirilip kâğıtların satış fiyatının Bakanlar Kurulu tarafından belirlenmesi esası getirilmiştir. Maliyet fiyatı ve satış bedeli arasındaki fark inhisar resmini teşkil edecektir. İnhisar resminin %75’inin Kızılay Cemiyetine, %25’inin Hazineye gelir kaydedilmesine karar kılınmıştır.
İşin ilginç yanı, üzerinde Kızılay’ın monopol damgası bulunmayan veya yabancı kartlarla yakalanan vatandaşlarımızın kaçakçılıkla yargılanması olmuştur. Bu kişiler para cezasının üstüne 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanunun 25. Maddesi uyarınca hapis 5 yıla kadar hapis cezasıyla da karşı karşıya kalmıştır.
Cami ve Kilise Vergisi
Yine yakın tarihte Almanya’da Müslüman halk için cami vergisi gündeme gelmişti. Gerek ülkemizden gerekse Almanya’daki gurbetçilerimizden oldukça fazla tepki topladı. Her ne kadar birçok kişi bu vergi konseptini ilk kez duysa da, din temalı bu vergiler Avrupa devletleri için yeni değildi.
Kiliselerin millileştirilmesi ile beraber Kilise Vergisi Almanya’da uygulanmaya başlamıştır. 1919 yılından 1933 yılına kadar Adolf Hitler’in Şansölye olmasına kadar hüküm süren Weimar Cumhuriyeti’nde Anayasaya’ya girmiş, II. Dünya savaşı sonunda Almanların modern Anayasası’nda yerini almıştır.
Tarihi temelleri çok daha eski dönemlere, Hristiyanlık öncesi Cermen kabilelerinin liderlik anlayışına dayanmaktadır. Kabile reisleri kabile içerisinde var olan dini gruplarının ihtiyaçlarının görülmesinden sorumlu tutulmuştur. Bu gelenek daha sonra Kiliseler tarafından içselleştirilmiş ve ihtiyaçların hükmeden tarafından görülmesi diğer Batı Avrupa Ülkeleri tarafından da benimsenmiştir. Reform yıllarında (16 -17 yy.) bu kiliselerin finansmanından yerel prenslikler sorumlu olmuştur.
Alman toplumundaki kiliseler hakkında bilinmesi gereken ilk husus kiliselerin uzunca yıllar bulundukları yönetimlerde en önemli mülk sahibi olduklarıdır. Kutsal Roma İmparatorluğu döneminde 95.000 kilometrekare kadar alan ve yaklaşık iki milyon nüfus piskoposlar tarafından yönetilmiştir.
Kutsal Roma İmparatorluğu, reform yıllarında yaklaşık 400 kadar egemen devlet ve bölgeden oluşmaktadır. 136 eklesiyatik(kilise hukukuna tabi) ve 173 seküler lord yanında 85 imparatorluk şehir yönetimi bulunmaktadır. 1803 öncesi 300’e yakın olan yönetim sayısı Cermen nüfusun yaşadığı alanın oldukça parçalı bir siyasi yapıya sahip olmasına neden olmuştur.
Kutsal Roma İmparatorluğu’nun en büyük şansızlığı ise Fransız İhtilali ve Napolyon Bonaport’tır. İlk koalisyon savaşında Fransa; Prusya, Avusturya, İspanya ve Britanya’yı yenince Avrupa yeniden şekillenmeye başlamıştır. Fransa, İmparatorluk içerisinde bulunan eklesiyatik lordların haklarından ve topraklarından feragat etmesine neden olacak ve bu yönetimleri seküler olan diğer yönetimler altında birleştirecek bir politikayı hayata geçirmiştir. Sonuçta İmparatorluk içerisinde yer alan Cermen yönetimlerinin sayısı 39’a kadar düşmüştür. Topraklar seküler yönetimler altında toplanmış ve kilise ciddi şekilde iktidar ve toprak kaybetmiştir.
Bu dönemin ortaya çıkardığı en önemli sorun kilisenin ne şekilde finanse edileceğidir. Kilise bu dönemde iktidar ve mülk kaybetse de bir tazminat olarak yönetimlerden ödenek alma imkânı elde etmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki Katolik ve Protestan Kilisesi Almanya’da ayrıca vergi muafiyetine sahiptir.
Bir müddet yerel yönetimler tarafından bu ödenek sağlanmıştır. Buna karşın sanayi toplumuna dönüşüm sürecinde bir finansman şekli olarak kilise vergisi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kilise finansal özgürlüğüne kavuşturulurken sağlanan ödenek yerini vergiye bırakmıştır. Verginin anlamlandırılmasında en doğru yaklaşım Kutsal Roma İmparatorluğu’nun gücünü kaybettiği, kilise toprak ve gelirlerinin seküler yönetimlere geçtiği bir dönemin ardından kilise vergisinin tazminat benzeri bir mantıkla hayata geçtiğidir.
Bu vergi bugün hala çok sayıda ülkede toplanmaya devam etmektedir. Buna karşın uygulama ülkeden ülkeye farklılaşmaktadır. Avusturya, Finlandiya, Danimarka, Almanya, İsveç ve İsviçre’de vergi zorunlu bir şekilde uygulanmaktadır. İspanya, İtalya ve Portekiz’de gönüllü katılım süreci vardır. Buna karşın İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde kilise vergisi bulunmamaktadır. Zorunlu uygulama olan ülkelerde halk isterse kiliseden kaydını sildirerek bu vergiyi ödemekten kaçınabilmektedir. İşte bu seçenek geçmişte oldukça tartışma yaratmıştır. Yani vergiden kaçınma amacıyla dini inançların zedelenebileceği ve kişilerin kiliselerden uzaklaşabileceği fikri hep zihinleri zorlamıştır.
Son dönemde yapılan araştırmalar (Pew Research Center vb.) kilise vergisinin zorunlu olarak uygulandığı ülkeler ile kilise vergisinin olmadığı ülkeler arasında halkın tutumu arasında çok fazla farklılık olmadığını göstermektedir. Örneğin kendisini Hristiyan olarak tanımlayan, ayda bir kez veya daha fazla kiliseye giden kişilerin oranı kilise vergisi olmayan ülkelere benzer olarak tespit edilmiştir.
Kilise Vergisini destekleyen grupların bir kısmı, din özgürlüğü düşüncesi altında, devletin müdahale ve politikasından uzak bir yapıda dini faaliyetlerin gerçekleşmesi adına bu vergiyi savunmaktadır. Toplanan vergiler ile kilise çalışanları ve din adamlarının ücretleri ile diğer kilise masrafları karşılanmaktadır. Buna karşın Kiliselerin lükse kaçan, bazı kesimlerce müsrif bulunan harcamaları ve bazı kiliselerin paraların nereye harcandığı konusunda açıklık sağlamamaları ise kilise vergisini tartışmalı hale getirmektedir.
Tuzun vergilendirmesi konuşulan bir konudur. Elbette tuza, un ve şekeri de eklememiz gerekir. Bu ürünlerin fazlaca tüketilmesinin neden olduğu rahatsızlıkların bu verginin yeniden gündeme gelmesinde önemi bulunmaktadır. Ancak bunların içinde tuzun farklı bir yeri vardır. Tuz geçmişten günümüze çok farklı amaçlarla vergilendirilmiştir.
Tuz eski çağlarda bugün olduğundan çok daha değerli olmuştur. Roma İmparatorluğu bu açıdan örnek gösterilebilir. Romalı askerlerin ücretlerinin bir dönem kısmen tuzla ödendiği söylenmektedir. Hatta ücret anlamına gelen ücret (salary) tuzla(salt) aynı kökten gelmektedir. Tuz o kadar değerlidir ki ziyafette bir kişinin toplumsal statüsü tuza yakınlığına bağlı olarak ölçülebilmektedir. Öyle ki İncil’de (Matthew 5:13) Hz. İsa inananlara “Dünya’nın Tuzu Olarak” iltifat etmektedir.
Vergilendirme konusunda en erken uygulama ise Çin İmparatorluğuna aittir. Milattan önce 300 yıllarına dayanak kaynaklarda bu vergiden bahsedilmektedir. Tuzun vergilendirilmesinden elde edilen kazançlar, Çin Seddi’nin finansmanında kullanılmıştır. Tuz ve benzeri sofraların değişmezi ürünlerin vergilendirilmesinde dikkat edilmesi gereken en önemli konu bunların oldukça riskli vergi politikası uygulamaları olduğudur.
Tuzun vergilendirilmesi Fransa’da 14. Yüzyılın ortalarından başlayarak 1946 yılına kadar süren bir uygulamadır. Ürünlerin saklanması, yemek pişirme, peynir yapılması gibi sayısız konuda Fransa halkının eli ayağı niteliğindeki bu ürünün vergilendirilmesi oldukça kötü hatıralar yaratmıştır. Sosyal statüsüne göre bazı kişilerin vergi ödememesi veya düşük vergi ödemesi, vergiye karşı işlenen suçlar dolayısıyla çok sayıda insanın cezalandırılması ve adaletsiz uygulamaların Fransız İhtilalini tetikleyen faktörlerden biri olduğu ifade edilmektedir.
İngilizlerin de tuz vergisi ile ilgili hatıraları vardır. İngilizlerin bir kolonisi olan Hindistan’da Britanya Doğu Hindistan Şirketinin uygulamaları ve tuzun ağır bir şekilde vergilendirilmesi 1930 yılında Gandhi’nin meşhur Tuz Yürüyüşü’ne sebep olmuş ve kendisini uluslararası bir figür haline getirmiştir. Aynı zamanda bu barışçıl yürüyüş dünyanın dikkatini Hindistan’da olanlara çekmiştir. Bu süreç Hindistan’ın 1947 yılına kadar olan bağımsızlık mücadelesini tetiklemiştir.
Tuz ve benzeri materyallerin vergilendirilmesinin temel sebebi bunların talep esnekliğinin düşük olmasıdır. Ancak tarih bu tarz vergilerin halka eziyetten daha öteye geçemediğini göstermiştir.
Belki de kulağa en saçma gelen sakal vergisidir. 16 yüzyılda İngiltere’de VII. Henry’nin kendisi sakal bıraktığından ve sosyal statüyü temsil ettiğinden bu vergiyi getirdiği iddia edilmektedir. Benzer şekilde Henry’nin kızı I. Elizabeth’in iki haftanın üzerindeki sakallar için vergi topladığı iddia edilmiştir. Ancak ülkenin Ulusal Arşivlerinde böyle bir verginin olduğuna dair kayıt olmadığı ifade edilmektedir. Sakal çekmenin parasal cezaya tabi olduğuna ilişkin kayıtlar olmasına rağmen sakal vergisi bulunamamıştır. Sakaldan vergi alınması fikri 2016 yılında İngiltere’de berberler üzerinden yeniden gündeme gelmiştir. Elbette bu fikrin tekrar ortaya çıkmasında Hipster akımının etkileri bulunmaktadır.
Sakal vergisinin uygulanmasına ilişkin en sağlam kanıt Çarlık Rusya’sına dayanmaktadır. 17. Yüzyılın sonlarında Çar I. Petro sakal bırakanlara bu vergiyi uygulamıştır. Verginin, delidir ne yapsa yeridir şeklinde özetlenemeyecek bir arka planı bulunmaktadır. Petro’nun 1697 ve 1698 yılları arasında iki yıl boyunca Avrupa şehirlerini gizlice gezdiği söylenir. İngiltere ve Hollanda’da gemi inşasında çalışmıştır. Geri döndüğünde ise Rus toplumunu Avrupa toplumlarına dönüştürecek adımları atmaya başlamıştır.
Aslında Japonya’da İmparator Meiji ne anlam ifade ediyorsa, I. Petro’nun Ruslar için aynı anlamı taşıdığını söylemek yanlış bir ifade olmayacaktır. St. Petersburg şehrinin kuruluşu bile bu hususu destekleyecek güzel bir örnektir. Petro’nun kendisini karşılayan ahali için verdiği yemekte bizzat uzun sakalları kestiği ifade edilmektedir. Uygulamanın arkasındaki amaç sosyal yaşam açısından da Rus halkını batılı toplumlara benzetmektir.
Petro’nun sakal fikri iki sebepten deli şöhretine katkı sağlamıştır. Birincisi Rus Halkı uzunca süredir bir alışkanlık olarak sakallıdır. İkincisi ise Ortodoks Kilisesi sakalsız dolaşmayı uygun bulmamaktadır. Tepkiler yükselince hem devlet hazinesini dolduracak hem de insanları kısmen kendi isteği ile sakal kesmeye yönlendirecek sakal vergisini hayata geçirmiştir. Bu vergi rahiplere ve köylülere uygulanmamıştır. Ancak köylüler sakal ve bıyıklarla şehirlere girmek istediğinden kendilerinden düşük tutarda para alınmıştır. Uygulamada sosyal statüye bağlı olarak ödenmesi gereken vergi tutarı artmaktadır. Verginin takibi amacıyla sakal vergisini ödeyenlere metal para basılarak dağıtılmıştır.
Vergi tarihi çıkarılması gereken derslerle doludur. Ülkemiz uygulamasının en önemli sorunu günümüz vergiciliğin oldukça cari ve lokal olmasıdır. İhtiyaç duyulmadığı sürece dünya uygulamaları takip edilmezken, değil eski dönemler, Cumhuriyet Dönemi vergi uygulamaları dahi net olarak bilinmemektedir. Bu yüzden öncelikle, şu an belki bir kısmı emekli olup köşesine çekilmiş, bir kısmı özel sektörde bir kısmı da kamuda çalışma hayatına devam eden mali hayatın çınarlarının değerinin bilinmesi gerekir. İkinci bir husus vergi tarihinin iki üç sayfada özetlenmesi yerine en azından üniversitelerin maliye bölümlerinde seçmeli de olsa kapsamlı bir ders haline getirilerek verilmesi olabilir.
Giriş kısmındaki yeni vergilerin gelebileceği tezimi açıklayarak bu yazıyı tamamlamak isterim. Yakın tarihte yasalaşan üç vergi de ihtiyaç duyulan kamu finansman ihtiyacının bir eseridir. Eski yazılarımı takip etmişseniz (uygulanma yöntemine katılmasam da) Konaklama vergisi ve (Cumhuriyet tarihinin en kötü vergi tekniğine sahip olsa da) Değerli Konut Vergisi’ni desteklediğimi görebilirsiniz. Dijital Hizmet Vergisi hakkında yazma gereği dahi duymadığımı ve benim için her zaman değerlendirme dışı olduğunu bilmenizi isterim.
Önümüzdeki yıllarda turizm gelirlerinin düşmesi nedeniyle Konaklama Vergisinin, revize edilmiş haliyle iyice zayıf düşmüş Değerli Konut Vergisinin bu finansman ihtiyacını karşılaması mümkün değildir. Özellikle korona krizinin finansmanı adına yeni vergilerin ihdası kamu finansmanı açısından eldeki en doğru seçenek ve kamu otoritesinin en doğal hakkıdır. Şöyle ki Koronakriz’den sonra bu seçenek bana göre kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu konudaki kişisel temennim, yeni vergiler ihdas edilirken bunların bürokrasideki daha usta ellerde şekillenmesi ve kopyala yapıştır çözümler yerine ülke dinamiklerini daha iyi kavrayan eserlerin üretilmesidir.
30.04.2020
Kaynak: www.MuhasebeTR.com
(Bu makale kaynak göstermeden yayınlanamaz. Kaynak gösterilse dahi, makale aktif link verilerek yayınlanabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayınlayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır.)
>> Duyurulardan haberdar olmak için E-Posta Listemize kayıt olun.
>> Uygulamalı Enflasyon Muhasebesi (171 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> SGK Teşvikleri (150 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Apple Store 'dan hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Google Play 'den hemen indir.