1.Giriş
Ticari hayatın doğasında yaşanan, sürükleyici serüvenle önemli dönüşümler sağlayan muhasebe, yalnız başına anılan statik amaç olmaktan çıkarak, ticari zemine yön veren “bilim” olma mertebesine doğru kuşaklar boyu yolculuğuna devam etmektedir. Sözünü ettiğimiz binlerce yıllık tarihsel dinamizmin refleksi olarak, kendi diyalektiğini bıkmadan arayan ihtiyaçların dayattığı yasal düzenlemeler ise hız kesmeden devam etmektedir.
Mevzuatın kendisini daha yoğun hissettirdiği geçmişi değerlendirecek olursak, yasal metinlerin işlevsel olabildiği bir ekonomik arka plandan söz edebilmek genellikle güç olacaktır. Halil İnalcık hocamızın vuzuh tespitiyle, “Osmanlı toplumu gibi, patrimonyal türde, başka deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda” hukuk devletinin işaretlerinden Tanzimatla gelen “terakki” ilerleme, meşrutiyetle gelen “inkılâp” devrim hareketleri, feodal yapıdan kapitalist düzene geçişin mottosu olmuştur.
Cumhuriyetle geldiğimiz noktada ise, ticari elit ile kamusal oligarşi arasındaki husumetin açılması, kiminin totaliteryen devlet mantığı, kiminin ise imtiyazlı jakoben tavırları sosyal bilimleri en geniş ve layıkıyla temsil eden kesim olan biz muhasebecileri endişeye sevk etmektedir. Bir yıl içerisinde uygulamaya girecek yasal düzenlemelerden (Yeni TTK, TMS, TFRS ve Bağımsız Denetim) “çıkar birliği” sağlayacak ortak paydaları çoğaltmayı hedefleyen bu çalışma, muhasebe biliminin haliyle muhasebe ekibinin ticari hayat üzerindeki rolü ve katkısının daha yüksek sesle tartışılmasını istemektedir. Bu talep, kimilerince sıradan hatta gereksiz addedilebilecektir. Lakin etüdümüz tetkik edildiğinde, meselenin demir leblebi misali ağırlığa sahip olduğu fark edilecektir.
Dünya ekonomisinde söz sahibi ülkelerin aksine, ülkemizde muhasebe bilimini hiçe sayan telakkinin kökleşmesi; maliye idaresinin, akademik zemindeki muhasebe öğretisinin, iş dünyasının ve tabii ki muhasebe camiasının birbirlerine olan mecburiyetlerinin farkında olunmamasıyla ilişkilidir.
Şimdi taraflara biraz daha yakından bakarak, metaforlarımızı asgari ölçülerde dile getirelim.
2.Bürokrasi Çevreleri Üzerine
Mevzuatın ticari, sosyal hatta kültürel ve kişisel alışkanlıklara kadar nüfuz eden tabii etkisi yüzyıllardır hovardaca harcanarak, günün sonunda kimseyi mutlu etmeyen, yürürlüğe girmeden torba yasalarla “tarumar” edilmiştir. Sürdürülebilir kalkınmaya adil çözümler üretemeyince ticari ve sosyal hayatın anatomisindeki karşılıklarını bir türlü bulamamıştır.
Rahmetli İdris Küçükömer hocamızdan esinlenerek söylersek, “Kapıkulu olmak, artık genlerimize işlemiş” olsa bile, bu tarihsel miras; günümüz iktisadi zemininde veya son yüzyılın girişimcilik kabullerinde karşılık bulmakta zorlanmaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus şurası olmalı; Devlette devamlılık esasken, özel sektörde işletmelerin ömrü hâkim ortaklarının iş yaşamı/ömrüyle doğru orantılıdır. Bu nedenle, iş dünyası ve devlet ricalinin kolundaki saatler farklı hızda çalışmaktadır. Haliyle bu durum algı ve beklenti kırılmasına sebebiyet vermektedir.
Yazarın beyninde düşünce kırışıklığına neden olan ilk ve en önemli husus, devlet dairesinden dışarı çıkmayanların yakın tarihe düştükleri bürokratik oligarşi çizgisidir. Mevzuat yapıcı konumdaki idarenin, muhasebe camiası üzerindeki müstebit hatta zaman zaman alaycı tutumu meslektaşlarımın olduğu kadar, mükelleflerinde dikkatinden kaçmamaktadır. Karşısındaki meslek mensuplarının insan olduğunu unutacak derecede sindirici, marifetin iltifata tabi olduğu gerçeğini yok sayacak kadar duyarsız, uygulamanın bizzat içinde yer alan topluluğun tecrübelerine kayıtsız olacak düzeyde skolastik, doğruyla yanlışı ayırt edemeyecek bağnazlıkta politik duruş sebep ve sonuçlarına aşağıda yer vereceğimiz üzere işverenleri ziyadesiyle memnun etmektedir.
Tüm işletmeler yani vergi mükellefleri, karşısında dünyanın en saygın denetim firması dahi olsa, nihayetinde onları mütemadiyen finansman çıktısına neden olan bir ekip hüviyetinde algılar. Bununla birlikte, son derecede çekindiği resmi makamlar tarafından hukuken payelendirilmiş bu kişilerin uygulamada hiçe sayılmasının pazarlık güçlerini artırdığının farkında olacak kadar zeki ve uyanıktırlar. Unutulmamalıdır ki; elini güçlendiren hamlenin kimden geldiğinin onlar için önemi olmayacaktır. Nihayetinde, firma temsilcileri, isminin başında her ne kamu imtiyazı, unvan, sembol veya brövesi olursa olsun sürekli hizmet aldığı bir muhasebecinin, akademik çevrelerce, maliye idaresince, kendi sivil toplum örgütlerince yalnız bırakıldığına şahit olduğunda, muhasebe ekibi üzerindeki maddi ve manevi baskısını artırmakta bir sakınca görmeyecektir.
Bu rahatlığın verdiği benlik şişmesi, en masum anlatımla kural ve kanun tanımama gibi hukuk devletinde asla kabul görmemesi gereken bir içselleştirmeyi beraberinde getirmektedir.
Özetle, mevzuatı canavarlaştıran bir kabul, beraberinde mevzuata sürekli mağlup olan muhasebeciler mezarlığı yaratır. Bu mezarlığın gulyabanilerden başka kime faydası olacağını bulmakta zorlanırken devamlı surette muhasebeciye yol gösteren, destek olan, dinleyen, beklentilerini karşılayan, mesleğin hakkını verecek bir çerçeveye sahip mevzuat ve anlayışın kime zararı dokunabileceği sorusuna keşke bir cevabım olsaydı.
Muhasebecilerin, “hüda-i nabit” misali kendiliğinden yetişmediği gibi birçok insanda bulunması gereken farklı meziyetlerin tek bir kişide toplanmasıyla rüştünü ispat edebilen insanlar olduğu unutulmamalıdır.
Prof.Dr. Mustafa Aysan hocamızdan hatırımda kaldığı kadarıyla; “Bizde, mükellefin vergi ödeme gücü hudutsuz zannedilir.” tespitindeki amentüyü muhasebe camiasına uyarladığımızda; güçsüz ve sahipsiz bir muhasebe camiasının katma değeri düşük, dışa bağımlı bir ekonomi ve başarısız bir vergilendirme sisteminin sonucu olduğunu hatırlatırken, AB müktesebatı ile uyum çalışmaları kapsamında büyük ümitlerle hayata geçirilecek olan yeni Türk Ticaret Kanunu ve beraberinde gelen Finansal Raporlama Standartları ve Bağımsız Denetim düzenlemelerinin, yukarıda eleştiri konusu yaptığımız oligarşik bakış açısı değiştirilmediği takdirde yürürlüğe girdiği gün zımnen dahi olsa mülga olacağı aşikârdır.
3.Akademik Çevreler Üzerine
Mensubu bulunduğumuz cemiyet adına bir öz eleştiri yapmadan evvel, yeri gelmişken pek kimsenin farkında olmadığı kahraman hocalarımızı şükranla anmak istiyorum. Teknik bir dille yazılmış binlerce sayfalık TFRS metinlerini, Türkiye Muhasebe Standartları (TMS) başlığı altında okuyabilmemiz, hiçbir maddi beklenti içerisine girmeden gece gündüz çalışmış saygıdeğer hocalarımız sayesinde gerçekleşti. Bu karşılıksız ve yoğun emekleri için tekrar tekrar teşekkür ediyoruz.
Öz eleştiriye gelince, bu satırların yazarı, ele aldığı taraflar arasındaki kopukluğun kaynağını ikinci olarak muhasebe bilimine emek veren müellif kürsülerde aramakta ısrar etmektedir.
Tüm iyi niyetli ve sağduyulu çabalara rağmen muhasebe bilimi üzerine zihinsel mühendislik yapan bilimsel çevreler, evrensel birikimleri bu toprakların ticari hamuruyla sentezleyip “doktrinsel birlik” ile taçlandıracak dehayı göstermemekte olup anlamsız bir atalet ve zafiyet içerisinde kalarak bu masa etrafına davet ettiğimiz kesimleri umarsızca gözlemeyi tercih etmektedirler.
Nitekim günümüzde bilim dalı olarak kabul gören “muhasebe”; fizik ve kimya benzeri kemiyet bilimi yaftasından kurtulamadığı gibi sanıldığının aksine alelade sayılardan ibaret olmayıp irsaliye-fatura veya vergi benzeri olgular üzerine inşa edilmiş hiç değildir. Yazar, doğru iz üzerinde olduğunun emarelerinden en başat olanına, halen akademik düzeyde muhasebe biliminin kaça ayrıldığı hususunda ortak bir paydaya gelinememiş olmasını sunacaktır.
Çoğunlukla sosyal bilimlerin zenginliği olarak kabul edilen farklı düşünceler aynı zamanda bu alanın makûs talihine işaret eder. Mesela, fen bilimlerinin öncülüğünde piyasaya sürülen ürünlerin insanlığın hizmetine sunulmasıyla somut nesnelerden somut faydalar elde eden insanlar, sosyal bilimlerin alt dalı olan muhasebece raporlanan soyut ve tutarsız izlenimli çıktılara yönelik kayıtsız kalmakta bir beis görmemektedir. Gerçektende, her gün yenilenen bir elektronik cihaza gösterilen yoğun ilginin, sıradan insanların sıra dışı ürünleri olan mali tablolara da gösterilmesi beklenmemelidir.
Ancak böylesi dar düşüncelerin yoldan geçen insanlar tarafından makul karşılanması bizleri de şaşırtmazken mesleğin akil hocaları, memurin cenahı, akademik sacayakları, reel sektör ve meslektaşlarımızdan benzer ifadeleri duymak son derece rahatsızlık vermektedir. Son yüzyılda, rahmetli hocamız İsmail Otar beyefendi veya Oktay Güvemli beyefendi gibi bir elin parmaklarını geçmeyecek azınlıkta muhasebe tarihçisi yetiştirebilen öğreti kültürümüzdeki tıkanıklık derinleşirken, Newcastle ve benzeri üniversitelerde yıllardır dünya çapında düzenlenen “Muhasebe Tarihçileri Kongre”si bir yıl öncesinden kamuoyuna duyurulmaktadır.
Özetle muhasebe camiasının, ülkemizin güzide öğretim kurum ve yöneticilerinden temennileri; mesleğimizin ve ekonominin geleceği adına vurucu öneme sahiptir. Özellikle, mesleğimizin iktisadi hayata olan katkısı üzerine düzenli ve saygın konferanslara en azından ülke çapında imza atarak, iş dünyası ve kamu kurumları nezdindeki bilinçlenmeyi artırıcı faaliyetleri sabırla beklediklerini bir kez daha ifade etmiş olalım.
4.İş Dünyasının Atladıkları
Her kavram, tarihsel birikimin sübjektif yaşanmışlıklarından anlam devşirir. Aşağıdaki pasajlarda ele alacağımız sanayici, yatırımcı, iş adamı, tüccar, esnaf gibi sıfatlarla bezenen kavramların ayrı ayrı tanımlanması gereği başka bir incelemenin konusu olmakla birlikte, burada her birine bütüncül anlayışla hitap edeceğimizi belirtelim.
“Doğrulayıcı faktör analizi” yaklaşımıyla beslenen bakışımızı, girişte dört grupta tasniflediğimiz mütemmim cüz’ün üçüncüsü olan mükellefler yani ticari hayatın aktörlerine yönelttiğimizde; bahse konu meselenin görünmez mağduru olduklarından ve tarafımızca rahatsızlık ve endişe duyulan hadiselerin aslında doğrudan kendilerine zarar verdiğinden habersiz kaldıkları kanaatindeyiz.
İş dünyası temsilcilerinin geniş bir kesiminde tespit ettiğimiz bu zafiyetin işaretleri olarak; 16.yüzyıl Avrupa sahnesindeki kralların hamiliğinde boy gösteren imtiyazlı aristokrat ailelere özenerek, bu toprakların kadim mirasında gömülü, yiğitlik ve cömertlik mefkûresini şiar edinmiş “fütüvvet teşkilatı”ndan, itibarlı olduğu kadar varlıklı üyelere sahip “ahilik ahlakı”ndan, yaşam boyu enderun eğitimiyle pişerek ticaretle meşgul olan “melami donanım”ından ve son olarak 400 sene evvelinde yalnız İstanbul’da kayıt altına alınmış 1100 adet sektörü ile güçlü bir sınıf olan “lonca teşkilatı”ndan koparılarak, her şeyi menfaat ve madde ile mücerret görme hastalığına itildiğini söylemek zor olmayacaktır. Hâlbuki Henri Pirenne’nin, “Şehirler, ticaretin ayak izlerinden doğmuştur.” tespitini yaparken yukarıdaki resimden ilham aldığına hiç kuşkum yok.
Osmanlıdaki fütüvvet teşkilatını örneklerken; bu mirasın günümüze ulaşan canlı uzantılarından İstanbul’daki Kapalı Çarşıyı, Bursa ve Edirne’deki bedestenleri unutmamalıyız. Bunu yaparken de, Osmanlının son dönem edebiyatındaki “tüccar, eşraf” tiplemesiyle, Balzac’ ın “Eugenie Grandet” sindeki taşralı zengin tüccar (ultra cimri) ile bizdeki “varyemezler” in çapraz analizleri, insan malzemesinin Fransa, Türkiye, Çin ve Almanya v.b. ülkelerde ne kadar eşsiz ve buna mukabil ne kadarda benzer olduğu, Ahmet Mithat Efendi’ nin ve Mehmet Akif’in Almanya tecrübelerinden başlayıp Alman Maliye ekolünün toplumları nasıl etkilediğine kadar inmek gerekir.
Veya, medeni hukukun İsviçre’den, ceza hukukunun Mussolini İtalya’sından ve bir kısım mevzuatın Fransız Devrimi’nden neden zorla monte edildiği sorgulanarak; hukuk sistemleri her zaman yeniden yorumlanabilen bir çerçevede ele alınarak, önemli olanın toplumun yaşayan yapısıyla uyumuna vurgu yapılabilir.
Geçmişten gelen an’ane, tecrübe ve engin mirasın bizlere ilham vermesi amacına yönelik yazılı olmayan kuralların bir kaçına değinmek faydalı olacaktır;
“Vira bismillah denize açılmış iki balıkçı teknesi aynı anda aynı balık sürüsüne denk geldiğinde, eğer kaptanlardan biri elini kaldırırsa bunun bir anlamı vardır; “Ağı ben atacağım ve çıkan balığa ortak olacağız.” demek ister. Böyle bir durumda, sözleşmesiz, pazarlıksız anlaşma derhal gerçekleşir ve diğer balıkçı bulunduğu yeri terk eder.
Veya, sabahleyin Kapalıçarşı’daki bir kuyumcuya girip elli kilo altını beş milyon dolara satın almak üzere anlaştınız diyelim. Öğleden sonra parayı getirip altınları teslim almak istediğinizde ise elli kilo altının fiyatı altı milyon dolara fırlasa bile, ortada ne senet ne yazılı bir anlaşma olmamasına karşın, esnaf iki saat önce verdiği sözü tutarak bir milyon lira zarara bile uğrayacak olsa, malı size “hayrını gör” düsturuyla teslim edecektir. Ve daha nice dünyada eşi benzeri olmayan eşsiz örnekler ticari geleneğimizde halen yaşatılmaktadır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün elbette, ancak son bir örnekle yetinelim. Mithat Gürata hocamızın ufak hacimli ancak muazzam derin inceleme ve tespitlerinin yer aldığı 1975 yılı baskısı “Unutulan Adetlerimiz ve Loncalar” isimli eserinde yer alan bir anekdot, bakın bizlere ne mesaj veriyor;
“İmparatorluğun kudretli devirlerinde üzüm ticareti yapan bir Türk satıcı ile Avusturyalı alıcı arasında şöyle bir olay geçer:
Kuru üzüm almak isteyen Avusturyalı tüccar İzmir’deki bir Türk satıcı ile temas kurar ve istediği vasıfları bildirerek fiyat ve numune ister.
İzmirli tüccar fiyatı bildirir, numune göndermez, “Ben Türk’üm adım garantidir” der.
O devirlerde Türk satıcı tarafından sevk edilip alıcısı tarafından iade edilmiş bir ihraç muamelesi hatırlanmamaktadır.”
İş dünyasının temel hastalıklarından birisi de; muhasebe servislerinin işletmelerine kattığı değerin farkında olmamasıdır. Mesleğimizle alakalı en değerli “metin”lerden birine imza atan duayen üstadımız Sayın Mehmet Yazıcı’nın sarih düşüncelerini zikretmeden geçmek doğru olmayacak sanırım;
“İyi bir muhasebe düzeni, kurum ve işletmenin yönetim ve gelişmesi için önemli bir araç; kötü ve düzensiz bir muhasebe, kurum ve işletmenin batmasını çabuklaştıran önemli bir silahtır. Bu anlamda iyi bir muhasebe, yönetim ve geliştirme aracı, kötü muhasebe ise, bozma yok etme silahıdır.
İktisadi açıdan ileri ülkelerde muhasebe ilgi ve işlerini gören muhasebeci de saygı görür; iktisadi açıdan geri ve gelişmekte olan ülkelerde muhasebe ilgi görmez ve muhasebeci aşağılanır; muhasebe işlerini gören muhasebeci olduğunu söylemeye bile utanır, kendine mali müşavir, yeminli mali müşavir gibi mesleğin özüne uymayan “san”lar yakıştırır. Böyle geldi böyle gitmez; bu 21’nci yüzyıl, dünyada ve özellikle Türkiye’de muhasebeye ve muhasebeciye gereken önemin verileceğini, dahası 21’nci yüzyılın muhasebe ve muhasebeci asrı olacağını öngörmek kehanet sayılmaz.”
Bu kabulden yola çıkarak, gelişmiş ülkelerin denizaşırı şirketlere, evrensel ölçülere uygun mevzuata ve itibarlı muhasebe camiasına sahip olması şans eseri değildir. Aksi halde, kişi başı 12.000 doları aşarak hiç de küçümsenemeyecek büyüklüğe erişen kişi başı milli gelirimizin, 40-50 bin bandında seyreden ABD, Almanya ve Japonya vatandaşları için fakirlik sınırına işaret ettiğini nasıl göz ardı edebiliriz.
Zira, bu yazıda ele almaya çalıştığımız cenahlardan tek birinde dahi handikap oluşması, katma değer beklenen sistemin çökmesine neden olmaktadır. Haliyle tüm zamanların en değerli şeyini, yani sermayeyi ortaya koyan iş adamı cenahının ise diğerlerine nazaran kaybedecekleri tartışmasız daha fazladır.
Başarılı işadamları, kaliteli muhasebe ekibine sahip olmanın parayla ölçülemeyeceğini, kıymet ve değer arasında farkı algılayarak, şirketinin sürdürülebilir ömre sahip olmasının yegâne mali ve finansal riskleri ortadan kaldıracak bir muhasebe ekibinin gereksinimlerini yanıtlamaktan geçtiğini iyi bilmektedirler. Zira, muhasebe servisine değer veren işletmelerin sürdürülebilir başarılarıyla, seçkin liglerde yer almaları da tesadüf değildir.
5.Ve Biz!
Muhasebe biliminin haliyle muhasebe ekibinin ticari hayata dair rolü ve katkısının tartışılmamasına neden olan taraflardan sonuncusu ise hiç kuşkusuz bizleriz. Nitekim, “Ağaca balta vurmuşlar, sapı bedenimden demiş.”
Duyarlı meslektaşlarımız, üstadlarımız, meslek örgütlerimizin yöneticileri yukarıda adını zikrettiğimiz çevrelere arzu hallerini her platformda duyurabilmek için görkemli bir çaba içerisindeler. İnsanüstü emeklerin tatminkâr sonuçlar vermemesinde; kamusal, akademik ve ticari çevrelerin mesleğimize ve meslektaşlarımıza cebren giydirdiği ters gömlekten, elimizi kolumuz bir türlü çıkaramıyor olmamızın payı büyüktür.
Ekonomik hayatın yanında bilcümle sorumluluk yüklenen bu geniş kesimin, kendisini kimliksiz, işe yaramaz bir güruh zannederek, sırtında kamburlaşan kompleksleri atamaması tek kelimeyle tahammülfersa boyutlara ulaşmıştır. Unutulmaması gerekir ki, hiç kuşkusuz muhasebenin “beka” sorunu yoktur, “değer” sorunu vardır.
Şimdi kendi kendimize dertleşelim biraz; önemle altını çizmek gerekir ki; muhasebeciler hem devlet hem de mükellefler açısından “yeddi emin” vazifesi görürler. Ayrıca, bu mesleğin liberal ekonomiye sağladığı katkılar azımsanamayacağı gibi mütevazi kabullerin ötesindedir. Bu taltifler kendimizi kutsallaştırmak gayesine matuf olmayıp yerimizi bilmek ve bildirmek adına bir tespit yapmayı amaçlamaktadır. Nitekim, güzide mesleğimizin öncelikle “had” ve “edep” bilmeyi esas aldığı, üstadlarımızca bizlere ilk öğretilen düstur olmuştur
Sanatların en eskisi, bilimlerin en yenisi kabul edilen muhasebe mesleğini icra edenlerin kendilerini kaybolmuş/değersiz insan hissetmelerine son vermek için önümüzdeki bir yılı çok dikkatli ve birlik içinde geçirmeliyiz.
“Kol kırılır yen içinde kalır” misali “eteğimizdeki taşları dökmek” gerekirse söylenecek çok şey olduğuna hem fikiriz. Bir iki cümleyle, başta bu satırların yazarında olan, ortak bir hastalığımıza yer vermek istiyorum.
Ölçüsüz düşlerin filozofu Eflatun; “Devlette”, bir şeyin erdemi, o şeyin kendine özgü görevini yerine getirmesini sağlayan durum ya da niteliktir.” der ve devam eder, “Bıçağın erdemi, keskinliği; bir koşu atının erdemi, hızıdır.” Muhasebecinin erdemi ise bilgisidir. Bilgiyi edinebileceği bir çok enstrüman olmasına rağmen, kalıcı/kaliteli bilgi için “kitap” yani “kütüphane” muhasebecinin erdemi, zenginliği, lüksü, nefes aldığı yaşam alanı, ziyneti, süsü olmalıdır. Artık internetten ulaşılamayacak bilgi kalmadığını kabul etsek de, zengin bir kitaplığın yaydığı atmosferde yapılan okumanın hazzı ve randımanı bir başka olmalı. Aksi halde, gelişmiş ülkelerde günlük gazetelerin her biri 2-3 milyon adet satamazdı. Bununla beraber, “Kitapsız” tabirinin her daim en galiz en ağır hakaret olarak değerlendirildiği bu topraklarda, 400.000 kahvehaneye karşılık 1.118 adet kütüphane olması hepimizi rahatsız etmeli, her koyun neresinden asılırsa asılsın geldiğimiz yer ortadaysa eğer;
İddia ediyorum, muhasebe ve vergi alanında genel geçer bilgilere hâkim olan bir kimse, sürekli mesleği dışında kitap okusa bile, mesleki kalitesinden hiçbir şey kaybetmeyeceği gibi, diğer meslektaşları arasındaki farkı her ortamda hissedilecek ve mükelleflerinden sürekli takdir, saygı ve itibar görecektir. Mesleki birikimindeki olası eksiklikleri, diğer alanlardaki donanımıyla fazlasıyla tamamlayarak yakın çevresinde kanaat önderi olarak kabul görecektir.
6.Ortak Manifestolar
Kelimeleri ekonomik kullanmaya gayret etsem de, beklediğimden fazla bir hacme ulaşan düşüncelerime nokta koyma adına bir hüküm cümlesi kurmak istemiyorum. Ancak, küresel krizlerin, ölçek ekonomisinin ve uluslararası ticari gereklerin dayattığı yepyeni mevzuatın eşiğindeyiz. Muhasebeciler ise sorumluluklarının bilincinde olarak bir yıl öncesinden hem kurumsal hem de sektörel olarak ayakta alkışlanacak zorunlu eğitim atağı içerisindeler. Bu nedenle, dünyanın seçkin ve saygın bir üyesi olamamış bir ülkedeki sanayicinin, kamu ricalinin veya akademik üyelerinin heterojen yapılanmalarını terk ederek, meslektaşlarımızın gayretini kuru bir takdirle geçiştirmek yerine, gerçekten destek olacak nitelikte fedakârlıkta bulunmalıdırlar.
Peyami Safa’nın ünlü analojisi ile toparlamak gerekirse;
Maliye ricali bilmez; devlet terbiyesi almış olmak muhasebeciye itibar bina etmesine mani değildir. Bilim dünyası bilmez; doktrin üretmek kamu ve özel sektöre “ortak akıl” vermeye mani değildir.
İş dünyası bilmez; vergi mükellefi olmak ortaçağın sonlarına doğru Cizvitlerin geliştirdiği “amaçların yüceliği her türlü aracı meşru kılar.” formülünde yatan ahlaksızlığı reddetmeye mani değildir.
Bizler bilmeyiz; muhasebeci olmak yaptığı işe inanmaya, korkularını yenmeye ve kendisini değerli hissetmeye asla mani değildir.
7.Sonuç
Yazarın bütün bunlara nihai olarak eklemek istediği husus; sanayici ve tüccarın, kamu ricalinin ve akademik üyelerin ürettikleri harcın içindeki çimentonun muhasebeciler olduğu gerçeğidir. Makalemizdeki öznelerin tek bir ortak akıl ve uyum çizgisinde “deruni” bir mutabakata kavuşmaları halinde, dünya ekonomik ligindeki 30 yıldır değişmeyen ülke sıralamamız başka bir ifadeyle “öğretilmiş çaresizliğimize” dönüşen makus talihimiz de sona erecektir.
Buraya kadar, izah etmeye çalıştığımız üzere, yaklaşan bir dizi yeni mevzuat sürecinde ekonominin tüm ilgililerine önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu süreçte, ülkemizin saygın kurum ve kuruluşlarında düşünmeleri için akil insanlar istihdam edilirken, biz muhasebecilerin ise düşünmeye vakit ayırabilmek adına öncelikle iaşe teminine çalıştıkları göz ardı edilmemelidir.
Evet, son sözü mahkemenin Yüce Reisi Mevlana’nın verdiği hükme iltifat ile bitirelim, zira şahsındaki münevverlik ışığı, bu çalışmamıza özne olan cenahları bir paydaya taşımaya kâfi gelecek çıkar yolu, sehl-i mümteni üslubunda vermektedir.
“Artık yeni şeyler söylemek lazım!”
04.05.2012
Kaynak: www.MuhasebeTR.com
(Bu makale kaynak göstermeden yayınlanamaz. Kaynak gösterilse dahi, makale aktif link verilerek yayınlanabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayınlayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır.)
>> Duyurulardan haberdar olmak için E-Posta Listemize kayıt olun.
>> Uygulamalı Enflasyon Muhasebesi (171 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> SGK Teşvikleri (150 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Apple Store 'dan hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Google Play 'den hemen indir.