Bundan üç sene önce, yağmurlu bir ekim günüydü. O günlerde Türk finans sektörü harıl harıl Gelir Vergisi Kanunu'nda (GVK) yapılacak değişiklikler üzerine çalışıyordu. Konu, para ve sermaye piyasası araçlarından elde edilen gelirin vergilendirilmesiydi ve vergi hukuku ile ilgisi olsun olmasın herkesin bir önerisi var gibi görünüyordu. İşte o gün, uzun yıllardır brokerlik yapan sevdiğim bir arkadaşım aradı beni. "Gago" dedi, "Buldum. Bence, bu işin çözümü ABD'de de olduğu gibi alım-satım işlemlerinden elde edilen gelirin tek oranlı ayrı bir gelir vergisine tabi olması. Sen ne dersin?" Arkadaşımın son dönemde vergi ile ilgilenmeye başlaması bir yandan hoşuma gidiyor, bu hevesini kırmak da istemiyordum. Ama gelişigüzel bir cevap vererek konuyu geçiştirdim. Derken, 31 Aralık 2004'te GVK'ye geçici 67. madde eklenerek, vergi hukuku sistemimize değer artış kazançlarının tek oranlı (%15) ve her türlü mükellef için (tam ve dar mükellef) geçerli olan bir stopaj yoluyla vergilendirilmesi mekanizması getirildi. Böylece yapılan şey Kara Avrupası hukukundan alınmış bulunan Gelir Vergisi Kanunu'muzun beyanname esasına dayalı ve artan oranlı vergi dilimlerine göre vergilemeyi öngören sisteminin belli finansal araçlar ve belli işlemler için by-pass edilmesiydi. Bu madde (Geçici 67) daha sonra çeşitli kereler değişmek zorunda kaldı. Geçtiğimiz günlerde aynı arkadaşım tekrar beni arayıp yine "sermaye varlıklarının" elden çıkartılması suretiyle elde edilen kazancın gelir vergisi yerine ABD'deki gibi ayrı bir "değer artış (veya sermaye) kazancı vergisi"'ne ("Capital Gains Tax") tabi olması önerisi ile ilgili düşüncelerimi sordu. Anladım ki bu mesele kapanmamıştı ve gelişigüzel cevaplarla geçiştirilmesi de uygun değildi.
ABD'de değer artış kazançlarının vergilendirilmesi
ABD'de değer artış kazançları ile sair kazanç unsurlarının vergilendirilmesi ayrı bir düzene tabidir. Değer artış kazancı dışındaki kazanç unsurları için "olağan vergileme düzeni" geçerlidir. Bireysel mükellefler tarafından elde edilen olağan vergileme düzeni kapsamındaki gelirler (örneğin, kira, ücret, faiz gibi) artan oranlı (%15-%35) vergi tarifesine tabi olduğu halde, değer artış kazançları düşük oranlı (%15) vergilemeye tabidir. Öte yandan, kurumlar açısından vergi oranında bir farklılık bulunmamakta, her türlü kaynaktan elde edilen kazanç kurum kazancına dahil edilip yüzde 35 oranında vergilendirilmektedir.
Neden ayrı bir rejim?
ABD'de değer artış kazançları ile diğer kazanç unsurlarının vergilendirilmelerinin ayrı düzenlere tabi olmasının başlıca gerekçeleri ve bunların eleştirisi olarak şunlar sayılmaktadır (William A. Klein, Joseph Bankman, Daniel N. Shaviro, Federal Income Taxation, 14th Edition, Aspen Publishers, 2006, New York, syf. 668-670.):
1. Bir varlık üzerindeki değer artışı bir anda değil aslında zaman içinde oluşan bir gelirdir. Artan oranlı bir vergi sisteminde zaman içinde oluşan bir gelirin tümünün realizasyon (gerçekleşme) zamanında vergilenmesi, söz konusu kazancın yüksek vergi oranına tabi olması sonucunu doğurmaktadır.
2. Değer artış kazançlarının vergilendirilmesi mükellefleri, aslında ekonomik olarak satmaları çok daha verimli olacak bazı varlıkları, vergiden kaçınmak için satmaktan alıkoymaktadır. Oysa bir başka kişi söz konusu varlıkları çok daha verimli biçimde kullanabilecek durumda olabilir. Dolayısıyla, bu kazançların vergilemeye tabi olması, sermaye varlıklarının ekonomik olarak verimsiz biçimde kullanılması sonucunu doğurmaktadır.
3. Değer artış kazançlarının düşük oranda vergilendirilmesi ekonomik kalkınmayı ve yatırımları destekler. (Ancak bu kuram ekonomik olarak ispat edilmiş olmadığı gibi, kamu giderlerinin finansmanı için başka bazı vergilerin artırılması ihtiyacını doğurduğundan ne kadar etkin bir yaklaşım olduğu hususunda kuşkular bulunmaktadır.)
4. Gerçekleşmemiş (realize olmamış) kazançlar vergilendirilmediğinden, gerçekleşme (realizasyon) esasında vergilenen değer artış kazançları düşük oranda vergilenmelidir. (Ancak, söz konusu çekince de çeşitli istisna hükümleri getirilmek suretiyle kısmen önlenebileceği gibi, gelirin vergilenmesi yerine "tüketim vergisi" getirilerek tamamen ortadan kaldırılabileceği şeklinde eleştirilmektedir.)
Sistem nasıl işliyor?
Değer artış kazançları veya zararları, Uzun Vadeli Kazançlar veya Zararlar ("UVaK" veya "UVaZ") ve Kısa Vadeli Kazançlar veya Zararlar ("KVaK" veya "UVaZ") olarak ikiye ayrılmıştır. 1 yıl veya daha kısa süre ile elde tutulan sermaye varlıklarının elden çıkartılması suretiyle elde edilen kazançlar KVaK'dır. KVaK ile KVaZ'ın, UVaK ile UVaZ'ın birbirine mahsup edilmesi suretiyle Net KVaK, Net KVaZ, Net UVaK ve Net UVaZ hesaplanır. Net UVaK'dan Net KVaZ'ın çıkartılması sonucu Değer Artış Kazancı ("DAK") hesaplanır.
Kurumlar açısından zararın sadece DAK'a mahsubuna izin verilmiştir, bakiye kısım sonraki yıllara (veya önceki yıllara) KVaZ olarak taşınır. Oysa bireysel mükellefler için 3,000 dolara kadar olan zararların olağan vergileme rejimi kapsamındaki kazançlardan mahsubu mümkündür. 3,000 doları aşan kısım Değer Artış Zararı (DAZ) olarak değerlendirilir ve sonraki yıllarda ortaya çıkacak DAK'a (veya 3,000 dolara kadar olan kısmı olağan vergileme rejimi kapsamındaki kazançlara) mahsup edilmek üzere ertesi yıla devreder. Bireysel mükellefler için KVaZ'den kaynaklanan zararlar ertesi yıla KVaZ olarak, UVaZ'den kaynaklanan zararlar ise ertesi yıla UVaZ olarak devreder.
Zararların mahsubuna ilişkin yukarıda açıklanan sınırlamaların temel gerekçesi, gerçekleşme (realizasyon) esasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, mükelleflerin vergisel durumlarına göre zararı realize ederek, vergi matrahlarını manipüle etmelerinin önüne geçilmek istenmiştir. Ancak bu gerekçe de eleştiri ile karşılaşmaktadır. Çünkü ortada bir gelir söz konusu olduğunda Hazine geliri vergilemek suretiyle gelirden payını almakta, ancak zarar söz konusu ise zararı paylaşmamaktadır. Bu nedenle, uygulamada bu sınırlamaların aslında ekonomik bir gerekçeye dayanmadığı, bu noktada Hazineye gelir sağlanmasının vergi adaletine tercih edildiği söylenmektedir.
Bu kapsamda, DAK'ın yukarıda açıklandığı şekilde özel bir şekilde vergilendirilmesi sadece "sermaye varlıklarının satışı veya takası" halinde söz konusudur. "Sermaye varlığı" terimi yasada özel olarak belirtilmiş bulunan istisnalar haricinde "mükellef tarafından sahip olunan mal" şeklinde son derece geniş biçimde tanımlanmıştır. Buna karşılık istisnalar sınırlayıcı olarak sayılmış, ancak geniş yorumlanabilecek şekilde tanımlanmıştır. Başlıca istisnalar şunlardır: stok, asıl olarak müşteriye satılmak üzere elde tutulan ticari varlıklar, ticari olarak kullanılan taşınmaz ve amortismana tabi varlıklar, (satın almak suretiyle elde edilenler hariç olmak üzere) yaratıcıları tarafından elde tutulan marka, patent ve benzeri gayri maddi varlıklar, ticari faaliyete ilişkin olarak kullanılan hammadde, ticari faaliyet kapsamında verilen hizmetler veya satılan mallar karşılığında alınan senetler, ve yapıldığı tarihte riskten korunma amacıyla yapıldığı belirlenmiş bulunan riskten korunma işlemleri.
Öte yandan, mükellefler için bir kazancın olağan vergileme düzenine tabi bir kazanç olarak değil, DAK olarak nitelendirilmesi; zararın ise DAZ değil, olağan vergileme düzenine tabi bir zarar olarak nitelendirilmesi avantajlı olmaktadır. Bu çerçevede, DAK ve diğer gelir unsurlarının farklı vergi düzenlerine tabi tutulması, mükellefler açısından bazı vergi planlama imkanları yaratmıştır. ABD'de vergi yapılarında kullanılan ve 5 tipte sınıflandırılabilecek yöntemlerden biri de "gelirin/zararı kategorisini değiştirme" ("conversion") yöntemidir. (Graetz and Schenk, Federal Income Taxation, Principles and Policies , Fourth Edition, New York: Foundation Press, 2001, syf. 388-390)
Sonuç
Görüldüğü üzere, değer artış kazançlarının ayrı bir vergileme rejimine tabi tutulması bugün için gerçekten ABD'de Federal Gelir Vergisi Yasası (Internal Revenue Code) tarafından benimsenmiş bir yöntem olmakla birlikte, bu sistem hem akademik çevrelerde, hem de uygulayıcılar tarafından ciddi bir şekilde eleştirilmekte, dayandığı kuramların ekonomik gerçeklerle bağdaşmadığı, mükelleflerin vergi yapıları oluşturmalarına sebebiyet verdiği, mevzuatı gereksiz yere karmaşık halde getirdiği suçlamalarına maruz kalmakta ve zaman zaman değiştirilmesine yönelik öneriler dile getirilmektedir. Hal böyle olunca, bu tartışmalı modelin Türkiye için ne kadar uygun olacağı konusunda daha ciddi düşünülmesi ihtiyacı var diye düşünüyorum. Bu vesileyle borsacı arkadaşımın benden istediği cevabı umarım gerektiği gibi vermişimdir.
(Kaynak: Dünya Gazetesi | 25.07.2007)
>> Duyurulardan haberdar olmak için E-Posta Listemize kayıt olun.
>> Uygulamalı Enflasyon Muhasebesi (171 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> SGK Teşvikleri (150 Sayfa) Ücretsiz E-Kitap: hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Apple Store 'dan hemen indir.
>> MuhasebeTR mobil uygulamasını Google Play 'den hemen indir.